Bir Müzisyen Çaldı Kendi Kendine…

Günümüzde alçakgönüllülük. Kendini öne çıkarmama, sanki kaybedilmiş değerlerden. 21. yüzyılda globalleşen metropol İstanbul’a gürültü hakim.
Ömer Özgeç bu gürültünün karşısında sessizliği değilse de yalınlığı seçmiş bir müzisyen. Kendi iç dünyasına kulak verecek kadar dışarının uğultusunu kusmuş, “Çileği kokulu İstanbul’da doğmuşum, / Sardalyanın pulları yapışmış elime” diyen Melih Cevdet’in dizelerinde sözün sesini aramakta. Ömer Özgeç’in kendine özgü müzik arayışının öyküsünde, 1950’li yıllardan beri günlük yaşamımızdaki değişimin izlerini bulmak mümkün.**

İSTANBUL
Nisan 2000 Sayı:33

Leyla Neyzi
Bir ağacın yarısından azı, yaşamın kaçta kaçı?
Oktay Rifat

Bir Müzisyen Çaldı Kendi Kendine…

İstanbul Uyuyordu Karanlıktı*

Günümüzde alçakgönüllülük. Kendini öne çıkarmama, sanki kaybedilmiş değerlerden. 21. yüzyılda globalleşen metropol İstanbul’a gürültü hakim.
Ömer Özgeç bu gürültünün karşısında sessizliği değilse de yalınlığı seçmiş bir müzisyen. Kendi iç dünyasına kulak verecek kadar dışarının uğultusunu kusmuş, “Çileği kokulu İstanbul’da doğmuşum, / Sardalyanın pulları yapışmış elime” diyen Melih Cevdet’in dizelerinde sözün sesini aramakta. Ömer Özgeç’in kendine özgü müzik arayışının öyküsünde, 1950’li yıllardan beri günlük yaşamımızdaki değişimin izlerini bulmak mümkün.**

Trilye, Gemlik ve İlk Tınılar

Ömer Özgeç, 1945 yılında Gemlik’te doğar. Hem anne, hem baba tarafı Giritli. Malmüdürü olan büyükbabası mübadeleden önce gelmiştir Anadolu’ya. Ömer’in babsı Mehmet Ali Özgeç, 1906 yılında Antalya’da doğar. Aile sonradan Mudanya’nın nahiyesi olan Trilye’ye (Zeytinbağı) yerleşir. Ömer’in annesi Kevser hanım ise 1912 Girit Kandiya doğumlu. On yaşında gelir küçük Kevser mübadelede bir Rum köyü olan Trilye’ye. Ömer için, Trilye’nin çoğu tanıdık. “Küçükken “bizim köy” gibi gelirdi orası. Üç dayım, bir teyzem, iki amcam. Onların çocukları. Her taraf akraba.”
Bugün yıkıldı yıkılacak da olsa, “mücevher gibi” Rum evlerinde oturan aileler Rumca konuşur, şarkılar söylerler Ömer’in çocukluğunda. Gerçi mübadillerin ilk yılları hep sıkıntı içinde geçmiş, zeytincilik çocuklarını yetiştirmeleri için yeterli olmamıştır. Zorlu yaşam koşullarından ve geleceğe yönelindiğinden belki, geçmiş hakkında fazla konuşmazlar eski kuşaklar çocuklarla. Bu, Cumhuriyet kuşağının çocuklarına daha iyi bir gelecek sunma çabalarıyla da ilintilidir kuşkusuz. Zaten geçmişleri, hatta dilleri, adalarda kalmıştır. Ömer,”Aslında çok iyi bilmiyorum. Bazen birisiyle ilgili bir hikâyeyi bir kahramanlık destanı anlatırmışcasına aktarırlardı.biz nereden geldiğimiz, nasıl geldiğimiz üzerine hiç soru sormadık. Neden, bilemiyorum vaktimiz var sandık. Nasıl olsa konuşuruz diye düşündük belki” diyor.
Ömer, beş çocuğun dördüncüsü. Beş çocuk annesi Kevser hanım, aileye gelir sağlamak için dikiş diker yıllar boyu. Ömer, “şikâyetsiz ve mazeretsiz” yaşayan annesinin dikiş dikerken şarkılar mırıldandığını anımsıyor. Komşu hanımlar bir araya geldiklerindeyse Rumca söylerler. Ömer’in belleğinde kalan şarkılardan biri Samyotisa. Çocukluğunda Trilye’de Giritli’lerin bir baskı hissetmeden Rumca konuştuklarını, hatta düğünlerde de Rumca söylediklerini, ama örneğin salyangoz yediklerini sakladıklarını da anımsıyor: “Salyangoz yer ama kabuklarını illa parçalayıp atarlardı etrafa karşı.” Rumca’ya kulak aşinalığı olan ama konuşamayan Özgeç, ailede bir Bektaşi geleneği olduğunu d ancak babasının son yıllarında öğrenecektir.
Fazla eğitim göremeyen baba Mehmet Ali Özgeç, Gemlik’te kurulan Sunğipek Fabrikası’na işçi olarak girince, aile Gemlik’e taşınır. Gemik’te Giritli’ler çoktur. Önce Gemlik’te bir evde, daha sonra fabrikanın çamlar içinde kurulmuş lojmanlarında otururlar. Ömer’in çocukluğu ve ilkgençliği burada, çalarla denizin iç içe geçtiği büyülü mekânda geçer. Burası, Cumhuriyet’in ilk atılım döneminin yansıması olan mekânlardan biridir: “Çocukluğumuz çok iyi geçti diyebilirim. Tabii geçmişte kaldığı için acılar ezile ezile soğan gibi tatlanır. Ama iyi yaşadık. Sosyal tesisler vardı, çok mükemmel bir yerdi. Altı bahçıvan vardı işini bilen, çok güzel seralar çiçekler vardı. Denizde geçerdi yaşamımız. O zaman sular pırıl pırıldı. Sanki yüzyıllar öncesinden söz ediyoruz” diyen Ömer, çevrenin ve o ilk atılım döneminin mekânlarının bozulmasının ne kadar kısa bir zamanda, bir kuşağın yaşamı içerisinde gerçekleştiğini vurguluyor.
Fabrikaya işçi olarak giren ve kendi kendini yetiştiren Mehmet Ali Özgeç kısa sürede ilerler. Kısım sorumlusu olduğunda fabrikada liman inşaatı bile yapacaktır: “Babamın çok kuvvetli elleri vardı. O kapkalın parmaklarıyla ince işler yapardı. O kadar mahirdi ki, ellerini çok severdim. Denizciydi de. Balık tutardık. İçki içerdi. Hep birlikte içerdik.” Ömer babasını anlatırken Sümerbank fabrikasının eski müdürü Osman Şükrü Edirne’yi de anımsıyor: “Çok yaratıcı bir adamdı. Onun zamanında fabrika o kadar güzeldi ki. Zaten bir atılım dönemi, her türlü gelişmeye açık insanlar. Osman bey Atatürk gibi bir adamdı. Babam da bazı şairlerin şiirlerini bilir, onları duygulanarak okurdu. Tabii Atatürk’e hayran. Şimdiki Atatürkçüler gibi değil de olumlu anlamıyla söylüyorum. Hep iyi şeylere yöneldiler o dönemde. Ama o rüzgâr çabuk geçti. Sonra hemen tersine dönmeye başladı.” Fabrikanın müdürü Osman bey ayrılmak zorunda kaldıktan sonra fabrikanın gitgide bozulduğunu anımsıyor Ömer.
Ömer’in müziği ilk fark edişi çok erken ve yoğun olur: “Çok küçüktüm. Daha fabrikada oturmaya başlamamıştık. Gemlik’te bir evde oturuyorduk. Babam eve bir saz getirmişti. Uzun, karanlık bir sofada bir masanın üzerinde duruyordu saz. Babamın sazın tellerine dokunduğunu, sazın gevrek gevrek tınladığını hatırlıyorum. İlk anım budur müzikle ilgili.”
Ömer’in müziğe yönelmesinde 1950’li yılların izlerini taşıyan Sümerbank fabrikasının günlük yaşamının etkisi büyüktür: “Bir dans pisti vardı denize karşı. Önünde rüzgâra karşı bir cam bölme. Çünkü poyraza açık. Orada her akşam plaklar çalınır, dans edilirdi. Çok güzel müzikler dinlerdik. Napoliten şarkılar dinlerdik. İşte, Mario Lanza, Frank Sinatra, Nat King Cole, Harry Belafonte…
Daha sonraları Elvis Presley, Cliff Richard, Beatles. Sonra fabrikanın kendi sineması var, her hafta filmleri değişen. Yabancı filmler dublaj yapılmadan alt yazılı olarak gösterilirdi. Mutlu sonla biten aile filmleri, Amerikan müzikalleri. Çok etkilenirdim. Bir film haftada altı kere oynardı. Cuma akşamı, Cumartesi, Pazar gündüz ve akşam, bir de Pazartesi akşam. Müzikal olduğunda her seansa giderdim. Ve bir haftanın sonunda da bütün parçaları bilirdim. O zamanlar plak var ama pikap, plak nasıl alacaksın? O filmler benim kaynaklarım oldu.” Ömer Özgeç 1950’li yılların filmlerinin yaşamındaki etkisini, Attila İlhan’ın “Eski Sinemalar” şiirindeki dizeleri besteleyerek hissettirir bize. “Karanlığa dağılan o çocuk ben miyim? / beni mi kovalıyor tabancalı adamlar? / Issız sarayların güngörmez prensiyim / yalnızlığımı belki bir aşk tamamlar / bilmek zor hangi filmin neresindeyim / ne yapsam içimde o eski sinemalar.”
Her ne kadar onu ilkgençliğinde etkileyen müzik Batı kaynaklı olsa da, geleneksel müziğin de belli belirsiz içinde yer ettiğinin farkında Ömer: “Akşamları saat beş-altı arası radyoda fasıl olurdu, onu dinlerdik. ‘Ne güzelmiş’ diye değil, belki de küçümserdik, ama yine de işlerdi içimize. Ama Amerikan kaynaklı batı müziği müthiş bir enerji taşıyordu içinde. Ötekindeyse bir geçmişlik, bugüne gelemeyen bir şey var. Seviyorsun ama nasıl söyleyeceksin? Bugünün sözü lâzım sana. Bilmezdik ne anlama geldiğini ama yine de İngilizce, Fransızca, İspanyolca birçok grup ya da şarkıcının şarkılarını çalar söylerdik o yıllarda.”

Gençlik Arayışları

1950’li 1960’lı yıllarda Batı kaynaklı film ve müziklerden etkilenen Özgeç’in, çalacağı enstrüman da gitar olacaktır. Ama o yıllarda içinde yaşadığı çevrede, entrüman sahibi olmak lükstür. Ömer şarkı söyler, mızıka çalar, ama hayali bir gitardır. “O filmlerde çalınan müzikler beni yönlendirdi. Söylerdim, bir şarkı defterim var, ama o zamanlar gitar çalan birini yakından görmek bile zordu. 14 yaşımdayken gitar çalan birini gördüm, tanıştım. Bursa’lı bir abiydi, flamenko çalıyordu. İşte o ilk sazın sesinden sonra ikinci düğüm orada oldu. Gitara aşık oldum.” Çalışıp kendi kazandığı parayla Bursa’da ilk gitarını satın alan ve bu “kötü” entrumanı hiçbir zaman unutmayan Ömer, Gemlik’te, fabrikadaki etkinliklerde gitar çalmaya başlar. “Konrraplaktan yapılmış bir gitar almıştım Bursa’dan. Kötü bir gitar demeye insanın dili varır mı? Çünkü çok güzeldi benim için. Çocuklar sınır tanımazlar. Sonra ben onu nasıl akort ettim, hiç bilmiyorum. Orası benim için karanlık, ama boyuna bir şeyler yapardım. Çalardım yani. Notayı da kendi kendime öğrendim. O dönemlerde hocayı nerede bulacaksın? Hep kendi kendime. Dolayısıyla çok yavaş ilerleyen bir yol oldu. Hocam olsaydı çok iyi olurdu, yolunu kısaltır insanın.”
Ömer’in yeteneği olduğunu fark eden bazı tanıdıklar konservatuvarda okumasını önerseler de, hem çocukluğundan beni yaşadığı sağlık sorunlaru, hem de ailesinin maddi durumu buna olanak vermez. “Kulağımın iyi olduğunu söylerlerdi; müzikalleri izlerdim şarkılar aklımda kalırdı. Konservatuvara gitmemi isteyenler oldu. Zaten hastalıklı bir çocuktum, o sırada da romatizmaya yakalandım.” Konservatuvara gidememek, müziğin eğitimini görememek Özgeç’in içinde bir yaradır. “İnsanın çengelinin düşmesi diye bir şey var. Ben aşıktım. Eğer konservartuvara gidebilseydim bana ‘çalış’ demelerine gerek olmayacaktı. Çok isterdim. Bir enstrümanı bilen birisinden öğrenmeye hayatımı verirdim.”
Çocukluğunda ve ilkgençliğinde Gemlik’teki fabrikanın sıcak ortamında müziğe yönelmeye başlayan Özgeç’in yirmili yılları sancılı geçecektir. İlk ve Orta okulu Gemlik’te okuyan Özgeç, liseyi Haydarpaşa Lisesi’nde okur. “O dönemde zaten müziğe aşk vardı. ‘60’lı yıllar. Çalıp söylüyorduk. Zaman zaman grubumuz olurdu. Kızlara da aşık oluyorduk boyuna. Garip dönemlerdi. Sonra ben müzikte nedense tek başıma kaldım ve tek başıma yürümek zorunlu oldu.” Haydarpaşa yıllarında “Yarasalar” gibi grupların içinde de yer alan Ömer, maddi sıkıntılardan dolayı ne düzenli bir eğitim görebilecek, ne de İstanbul’da o günlerde hâlâ süren kozmopolit müzik ortamından tam olarak yararlanabilecektir. “Andreas Paleologos adında esaslı bir gitar hocası varmış, 6-7 Eylül Olayları’nın etkisiyle Yunanistan’a göçmek zorunda kalmış. O zamanlar Yüksekkaldırım’da her istediğin notayı bulabilirdin. Hele bir 104 numaralı dükkan vardı. Her yanı notalarla, kitaplarla, çalgılarla doluydu. Şişman bir sahibi vardı. O yerler kapandıktan sonra hiçbir şey bulunamaz oldu. Sonra örneğin Roberto Lorano ve orkestrası vardı, Roberto Lorano’nun bestelerinin notaları basılır ve satılırdı İstanbul’da.”
Bu dönemde ciddi bir arayış içine girse de, Ömer’in müzikte aradığını bulması yıllarını alacaktır. “Çocukken insan bir şeyi sevdiği zaman aşkla sever. Ondan sonra arada bir kesinti var. Bunun başka bir şeylere dönüştüğünü daha sonra düşündüm. Hınç, kızgınlık, öc almak gibi. Birilerine kendini ispat etmek gibi. Delikanlılık dönemi zordur. Başarı meselesi var. İlkgençlikte düşünmeden çalıp söylüyorduk. Bir aşk haliydi. Bence yirmi yaşlarına kadar öyle sürdü. Ondan sonra başarılı olmalısın, dinletmelisin gibi kaygılar işin içine girdi. Rekabete sokuluyorsun. Bir yandan beğenilmek, iyi gitarlar almak istiyorsun, olmayınca bunun ezikliğini duyuyorsun. Piyasaya girince alçakgönüllü olursan ezmeğe kalkıyorlar. Geriliyorsun, kasılmaya başlıyorsun. Epey uzun sürdü bu durum. Rahat düşünebilmek için daha olgun duruma gelmek gerekti. Sonra yumuşadı ortalık ve yine aşk haline geldi.”
Ömer Özgeç lise yıllarından sonra bir süre Ankara’da yaşar. Çeşitli yerlerde, pavyonlarda, gece kulüplerinde bas gitar çalar. Sonra Eskişehir’de Ticari İlimler Akademisi’nde okuyan arkadaşlarının çağrısı ile Eskişehir’e gider ve orada “Gong” adında bir gruba ritm gitarcı olarak katılır. Gong dağıldıktan sonra da Eskişehir Şeker Fabrikası’nın orkestrasına yine basçı olarak girer. 1968-1970 yılları arasında orada çalışır. Şeker fabrikasının yapısı bir bakıma Gemlik’te yakından tanıdığı ilk dönem Cumhuriyet fabrikaları sisteminin bir benzeridir. “Fabrikanın güzel bir orkestrası vardı. Daha çok, askerde bando bölüğünde müzik eğitimi almış kişilerdi orkestra üyeleri. Ben bas çalardım.” Orkestranın bir de nota arşivi vardır ve Ömer, zamanının büyük bölümünü bu arşivdeki notalar üzerinde çalışmakla geçirir. Daha sonraki yıllarda bu arşivdeki notaların imha edildiğini öğrenmek onu çok üzecektir. Bu, aynı Gemlik’teki fabrikada olduğu gibi, kurulmaya başlanan bir düzenin sürekli olamamasının bir göstergesidir.
1970’te Eskişehir’den ayrılan Özgeç bir süre İskenderun’da yaşar, pavyonlarda çalışır. Sonra bunu sürdürmek istemediğine karar vererek İstanbul’a döner.1977-1978 yıllarında Ankara’da Çağdaş Sahne Tiyatrosu’nun müziklerini yapar. Gitarın yanı sıra flüt çalar, oyunlara katılır. Ortamın giderek politikleştiği bu dönemde İstanbul’a dönerek soldaki arayışları izler, bazı oluşumlara katılar. 1980’den sonraysa bütün bu arayışlar sekteye uğramıştır artık. Hiçbir zaman takım insanı olmayan Özgeç önceden olduğu gibi tek başına sürdürecektir arayışını. Yine de onun için Cumhuriyet nasıl bir atılım dönemiyse 1960’lar da öyledir ve gönlünde öyle kalır.
1979 yılında ilk evliliğini yapan Özgeç’in 1981’de bir kızı olur, adını Güneş koyarlar. Baba olmak Özgeç’in hem yaşamını, hem müziğini çok etkiler. “Yüreğimde bir yaradır; hem bir bakıma biz çocukluktan kurtulamamışız, ne yapacağımıza karar verememişiz bir türlü, hem de baba olmuşuz. İnsanın çocukla ilgisi ne kadar önemli. Güneş küçükken sabah kalktığımızda plaktan müzik dinlerdik. Günlerce aynı plağı koyar dinlerdik. Ünlü ressamların resim kitapları vardı, resim kitaplarına bakardık.” Çocuklarla kurduğu sıcak ilişkiyi bestelediği bir Cahit Külebi şiirinin şu dizeleri de yansıtıyor. “Eğer kuvvetim yetse benim / Kentin bütün çocuklarını alırım evlerinden / Hepsine kiraz çiçeklerinden / Bir çift kanat takarım. / Çocuklar havalanır uçarak / Ben de ardlarından bakarak / Gülerim / Bütün kuvvetimle bağırarak / Azat olun bebeklerim, azat olun bebeklerim / Sonra da kendi kendime / Artık işin kalmadı derim / Çeker arabamı giderim.” Özgeç’in kızı bugün 19 yaşında bir konservatuvar öğrencisi.

Tatlanan Soğan: Şiirin Keşfi ve Sözün Müziği

Ömer Özgeç 1980’li yıllarda, önce şarkı sözü yazmaya, sonra da şiir bestelemeye başlar. “1982’de ‘37 Yaşındayım’ diye ilk şarkımı yazdım” diyor. Zamanla yabancı dilde söylemekten vazgeçerek Türkçe’ye yönelir. “Gitar çalıp şarkı söylemeyi çok seviyordum, ama yabancı dilde şarkı söylemek doyurucu gelmemeğe başladı bir süre sonra. ‘Türkçe müziğe uygun bir dil değil’ derlerdi de çok rahatsız olurdum. Batı popüler müziği taklit edilerek yapılan şarkılar, aranjmanlar sözler açısından çok iticiydi gerçekten. Ama yavaş yavaş değişti bu durum. Burada Timur Selçuk’u anmak isterim. Ruhi Su ise bambaşka bir damardır. Selda’nın, Bülent Ortaçgil’in, Zülfü Livaneli’nin ilk albümleri umut vericiydi.”
Ömer Özgeç 1989’dan itibaren “Buğday yağmuru yağacak gökyüzünden / Çocuk sevinci verilecek sana” diyen Melih Cevdet Anday’ın şiirine yönelir. Melih Cevdet’in “Tanıdık Dünya” adlı kitabındaki “Değiştirmeler” bölümü onu çok çarpar. Bu şiirleri bestelemek Özgeç’in yaşamında bir dönüm noktası olur. “O güne kadar 69 şarkı bestelemiştim. “Değiştirmeler 1” 70. şarkı olacaktı, bir arkadaşımın önerisiyle 700 diye devam ettim.”
“Bütün diller mucizedir” diyen Ömer, şiirlerini bestelediği şairlere şarkılarını dinlettiğini ve onlardan onay aldığını söylüyor. Kimileri şarkıların bestelenmesinin bir kolaycılık olduğunu sanıyorlar ama yanılıyorlar. Şiir şarkı sözü değildir, kendi başına var olabilen bir şey. Ama onu şarkı yaptığın zaman bambaşka bir şey oluyor. Ben bir şiiri bestelerken şairin ne düşündüğünü düşünmem, şiirin bana ne düşündürüyor ona bakarım. Şair “bu nasıl şarkı olur” diye düşünmez ki. Düşünse o başka bir şey olur. Bunun da örnekleri var.”
Ömer Özgeç şiir mi şarkı sözü mü, diye yapılan tartışmaları aktarırken, Orhan Veli’nin dostu ve kendisi de şair olan Halim Şefik’in anlattığı bir öyküyü anımsıyor. “Halim Şefik’le Orhan Veli, bir gün birlikte gezerlerken geneleve girmişler. Etraflarına bakarken oraya bir karamelacı gelmiş. Hem mani söylüyor, hem karamela satıyor. Dinlemişler bir süre karamelacıyı. O da bunlara ne yaptıklarını sormuş. Orhan Veli şair olduğunu söyleyince, manici atışma teklif etmiş. Karamelacı bir mani söylüyormuş, O. Veli daha güzelini, karamelacı bir mani söylüyormuş, O. Veli daha güzelini ve hiç duyulmamışını. Bu böyle bir süre sürdükten sonra karamelacı durmuş “şairim mairim diyorsun ama sen de benim gibi karamelacısın işte” demiş.
“Gökkubbeyi de bilirim, perileri de / Ama yüreğimin erinci nerde?” diyen Melih Cevdet’in şiirini kendine en yakın hisseden Ömer Özgeç’in şiirlerini bestelediği şairler arasında Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Attila İlhan, A. Kadir, Cemal Süreya, Can Yücel, Cahit Külebi, Rıfat Ilgaz, Arif Damar, Salâh Birsel, Özdemir Asaf, Turgut Uyar, Edip Cansever, Halim Şefik, Behçet Necatigil, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Yunus Emre, W. Shakespeare, Odisseus Eliti, Ariel Dorfman var. 80’li yılların müzikaller furyasından da etkilenen Özgeç, Nâzım Hikmet’in “Jokond ile Si-Ya-U” adlı destanını da bestelerken, hayalinde bir rock opera canlandırmıştır.
Yıllar sonra karşılaştığı eski bir arkadaşı, Özgeç’in şarkılarını dinledikten sonra, “Sen çok iyi Beatles çalardın, bu şarkılarda onların hiç etkisi olmamış” der. Ömer müziğin etkisinin nasıl oluştuğunu bilemediğini söylüyor. “Halk müziğini dinliyorsun, önemli bir yanımız o. Klasik Türk Müziği de var. Bir yanda şiirler var. Bir sabah radyoda, köy programında bir köylü dedi ki: ‘bunlar bizim kalbimizi plastik bellemişler ki bize böyle müzik dinletiyorlar.” Sonra da “Muharrem Ertaş’tan çal, bizim için”, dedi. Bir yanda senin içine işleyen bir müzik, öte yanda zirzopluk. O akşam fasılları seni bir yandan ince ince oya gibi işlemiş. O ilk duyduğum sazın sesi. Bütün bunların etkisi var, ama bunları dile getirmek belki şimdinin işi olabilir. Eskiyle bağ kurabilirsin ama yeni bir yapılanmadır bu. İşin temelinde aşk olması gerkir. Zamparalık doyurmaz.
Ömer Özgeç’in önemsediği besteciler arasında, bir yanda Manos Hacidakis, bir yanda Dmitri Şostakoviç var. Özgeç Şostakoviç’in yaylı çalgılar dörtlülerini notalarıyla birlikte incelemiştir uzun uzun. Özgeç için Hacidakis’in dili de önemli. Çocukluğunun dünyasını anımsatan Hacidakis’i daha yakından tanıyabilmek için son yıllarda Yunanca çalışıyor. Ömer “ben bir beste yapıyorsam, anlayabilmek için, öğrenmek için yapıyorum. Bir şiirden güzel bir şarkı yapmak değil amacım. Orada bir giz var, bu gizi çozmek için bestelemek istiyorum. Çünkü şiir, insanın yapısını, özünü değiştiren bir şey. Felsefe gibi kafayı karıştırmak, yapıyı bozmaktır işi. Şiir olmadan insan değişemez.”, diyor.
Özgeç’in ereği, şiirin (sözün) müziğine ulaşmak: “Hiç bilmediğin bir dilde konuşan birkaç kişiye tanık olsan, sürtüşüyorlar mı, muhabbet mi ediyorlar hemen belli olur. Hissedersin bunu. Kimileri şiir bestelemenin kendilerini sınırladığını söyler. Ben tam tersini düşünüyorum. Özellikle biçim açısından, bir şiiri bestelemek farklı olanaklar verir insana. Çünkü her şiir başka bir biçim gerektiriyor çözüm için. Önemli olan şiirin doğru vurgulanmasıdır. Kuşkusuz herkes bunu başarmak ister. Beste tamamlandıktan sonra birçok kez çalıp söylerim köşeleri yumuşatmak için. Mesele dilin ritmini bulmak ve vurguları belirlemek. Benim için önemli olan şiirin doğru vurgulanmasıdır. Söz dopru söylenmeli. Çalışmalarımın dayandığı nokta bu. Farklı bir vurgu yapılıyorsa eğer, bu bilinçli olmalı. Nasıl türküler söylene söylene nehirlerdeki taşlar gibi yuvarlanır, törpülenir, yumuşarsa ben de ona benzeterek onlarca, yüzlerce kez söylerim şarkılarımı. Öyle olsun ki, neredeyse bir şey söylenmiyormuş gibi olsun. Benim bütün çabam şiirin içindeki müziğe ulaşmak, aradan çekilmek.”
1984-1994 yılları arasında gitar derleri veren ve “Öğrencilerimi severdim ama hocalık etmeyi sevmezdim”, diyen Özgeç, çok sevdiği müziği bir ekmek kapısı olarak göremez bir türlü. Ömer Özgeç 1980’li yıllarda “Sevgilerde” ve “Nerde Yatmalı” adında iki albüm çıkarır. Zamanla, her ne kadar konser vermeyi ve müziğini paylaşmayı istese de, gitgide piyasadan soğur. 09’lı yılların başından beri kendi başına çok disiplinli ve düzenli bir çalışma sürdürüyor. Hem beste yapıyor, hem de yaptığı besteleri evde kurduğu stüdyoda kaydediyor. Tek başına çalıştığı için de kısıtlı teknik olanaklarla yapılan bu kayıtlar çok zaman alıyor. Konserde dinleyiciyle yaşanan iletişimin verdiği duyguyla yapılan müziği stüdyoda yakalamanın sorunlarına değiniyor görüşmemizde. “Eğer sözcüklerden birinin çağrıştırdığı anlamı düşünecek olursam boğazıma bir şeyler düğümleniyor ve öylece kala kalıyorum. Anlamı silmek, sözlerle baş başa kalmak gerek. Her ne kadar “sınırlayıcı” da olsa, tek başına çalışmayı sürdürmek zorunda, hiç değilse şimdilik. Bu yıl verdiği birkaç konserde dinleyicisiyle buluşmak mutlu etmiş onu.
“Olumsuzluklar çok dünyada ama beni asıl ‘güzellikler’ korkutuyor. Bir yandan da ‘güzelliklerle’ yeterince hemhal olamayacağım diye de endişeliyim. Hep yüzeysel etkilenmeler içerisindeyiz. Boyuna kitap okuyoruz, müzik dinliyoruz. Bir insan bir kitabı nasıl bitirebilir? Bir müzik nasıl bitebilir? Dinliyorsun, bir daha dinliyorsun, bir daha… Oktay Rifat diyor ki: ‘Bir ağacın yarısından azı / yaşamın kaçta kaçı? Sanıyorum insanlar anlamaktan, anlamak için yoğunlaşmaktan korkuyorlar”, diyen Ömer Özgeç’i karanlık uykusundan yanıp duyacak mı acaba İstanbul?

Dipnotlar
*Ömer Özgeç’in bestelediği bir şiirinde şöyle der A. Kadir “İstanbul uyuyordu, karanlıktı / Bir çocuk konuştu kendi kendine / Bu gece nerde yatmalı/ Bu gece nerde yatmalı.”
**Ömer Özgeç’le 5 Ağustos 1999, 6 Ekim 1999 ve 21 Ocak 2000 tarihlerinde yaptığımız görüşmelrin kaset çözümlerini yapan Şenay Özden’e ve Nadihan Haliloğlu’na teşekkür ederiz.