MİZYAL

Gemlik Sunğipek Fabrikası lojmanlarının sayısı otuz kadardı. Müdür lojmanı özeldi, bağımsızdı, öbür lojmanlarla kıyaslanmayacak denli geniş kullanım alanlarıyla belirgindi. Onun yanında daha alçakgönüllü, biri müdür muavininin, öbürü Şeytaver’in (Fabrikanın Alman danışmanı), iki lojman daha vardı. Bu üçünü saymazsak, asıl lojman sayısı yirmiydi: Altı ikili, iki dörtlü blok. Geriye kalanlarsa lojman olarak yapılmamış olmakla birlikte birkaç küçük değişiklikle oturulabilir duruma getirilmiş evlerdi. Örneğin tepede, Burhan Çavuş ve Hüsniye teyzenin oturduğu ev, fabrika yeni kurulurken su deposu olarak yapılmış ve kullanılmış. Ben bu evin içini hiç görmedim. Dışardan 6x6x14 gibi görünen bir yapı. Alt kat ahırdı. Ahırın kapısı arkadaydı. Eve ön taraftan ve bir merdivenle girilirdi. Burhan Çavuş orada at bakıyordu. Çocukluğumda Burhan Çavuş’un baktığı atın çektiği bir arabayla evlere ekmek dağıtılırdı. Sonra bundan vazgeçildi.

Lojmanlarda oturanlar fabrikanın yönetim kadrosunu oluşturan memurlardı. Müdür, müdür muavini ve kimi üniversite bitirmiş üç beş kişi dışında gelir durumları düşük insanlardı.

Biz bu lojmanlara 1951 yılında taşınmıştık, ikili bloklardan biri boşalınca bize orayı verdiler. Biri dışında ikili blokların birlikte kullanabilecekleri birer balkonları vardı. Balkona, yola dik, iki ayrı merdivenle çıkılırdı. Bizim bloğun merdivenleri arasında, ortada kocaman bir kiraz ağacı vardı. Kap kalın dallarından dama çıkar, küçük, kara ve çok tatlı kirazlarını orada toplayıp yerdik. (DP yönetiminin bana yansıyan, somut, ilk yürek burkan uygulaması, bu kiraz ağacının kesilmesi ve balkonların öne doğru büyütülüp bir duvarla ikiye bölünmesidir.) Toplumsallığın budanması ilk böyle yansımıştı bana.

Bizim evin balkonundan denize doğru bakarken sağ yanımıza düşen blok öbür ikili lojmanlardan biraz farklı yapıdaydı: onların balkonları ayrıydı ve içerden ince bir merdivenle çıkılan çatı katları vardı. Bu çatı katında pencereleri dama açılan iki küçük odacık bulunurdu. Bu odalara çok özenmişimdir.

Sanıyorum ben on yaşındaydım, yanımızdaki çatı katlı bloğun bize uzak olan bölümüne yeni bir aile taşındı, biraz değişik birileri: İsfendiyar ailesi. Belli ki bizim gibi ve lojmanlarda oturan birçokları gibi yoksulluktan gelen insanlar değillerdi İsfendiyar ailesi. Galip amca uzun boylu, yakışıklı, 45-46 numara ince uzun ısmarlama ayakkabılar giyen, eksikleri hemen gören ve dile getiren, bu yönüyle biraz sevimsiz bir adam. Eşi Azize teyze Alman kökenli. Üç beş dil bildiği konuşulurdu. Ortada pek görünmeyen bir kadındı. Galip amcanın annesi Anneaba (ona böyle denirdi,) yürüyemezdi, hep otururdu. Çok şişman bir kadın. Bilgili, şakacı, kalender. Herkesle tavla oynardı. Müziğe yetenekli olduğumu ilk o gördü ve geliştirmem için kaygılandı. Galip beyin kız kardeşi; yani Metin’in ve Mizyal’in halası Nabiga Hanım da onlarla birlikte otururdu. Ona da herkes “hala” derdi. Canlı, sevecen, güzel, Amerikan filmlerinden çıkmış gibi bir kadın. Bir şey yapması gerekmez, nerede olsa orası şenlik. Ve Metin ve Mizyal. Metin abi kızıl saçlı (Bir ara sakalları da var mıydı?). Şakacı. İstanbul’da okurdu. Sanıyorum beni çok severdi. Büyümeyeyim isterdi. Arada Gemlik’e geldiğinde boyum uzamış diye bana “kızardı”.

Gelelim Mizyal ablaya!

Mizyal ablayı düşününce benim aklıma ilk önce “All day all night Marien”, sonra da Nat King Cole ve “Tu yos mi korason” şarkıları gelir. Ben o günlerin çoğu İngilizce şarkılarının sözlerini okundukları gibi yazdığım bir defter tutardım. Mizyal abla benim yazdığım biçimiyle okuyamazdı. O İngilizce yazıldığı biçimiyle okurdu. Kısa zamanda ben de onun gibi okumaya başlamıştım. Müziğe tutkundum. Hary Belafonte, Frank Sinatra, Mario Lanza, Elvis Presley gözdelerimdi. Mizyal abla bu şarkıcıları ve başkalarını da bilirdi. Aynı şeyden hoşlanmanın oluşturduğu bir sıcaklık ve dostluk, biraz da hayranlık duyardım ona karşı. O benden 4-5 yaş büyüktü sanırım. Ama o yaşlarda önemli bir yaş farkıydı bu. Onu çok severdim, ama kesinlikle aşık değildim, belki de onu erişilmez bulduğum içindir. Ben 13-14 yaşıma geldiğimde daha bir arkadaş gibi olmuştuk. Bisikletle gezerdik. Pinpon oynardık; yani ping pong, yani masa tenisi. Onu çok güldürürdüm. Bir kez yine pinpon oynarken gülme krizine tutuldu ve elindeki raketi fırlatıp attı. O zaman biraz kaygılanmıştım. Çok güzel hafif renkli buzlu camlardan oluşan cumbanın üst bölümündeki küçük kare cam kırılmıştı. Neyse ki pinpon salonunda bizden başka kimse yoktu.  Durulunca o da kaygılanmıştı bu durumdan. Çılgın kız! Bir kez Adnan’ı çıplak gördüydü de sonra tekrar göreceğim diye peşinden koşardı. Adnan (o zaman 5-6 yaşlarında mıydı?) deli gibi kaçardı.

Banu ile sevgiliydiler. Doğrusu çok yakışıyorlardı birbirlerine. Mizyal güzel bir kızdı, Banu da çok yakışıklıydı. Sonra sürmedi o ilişki. Neden bilmem. Demek bizim onları sevdiğimiz kadar sevmiyorlarmış birbirlerini. Bize kalsa o ilişki sonuna dek sürmeliydi. Çoluk çocuk. (Ve görüşmeliydik, eski günlerden söz etmeliydik.) Derken Mizyal Almanya’ya gitti, orada bir Alman’la evlendiğini duyduk, sonra da Amerika’ya yerleşmişler.

Önce anneaba göçtü bu dünyadan, sonra gencecik yaşında Metin abi. Galip amca emekli olunca Bursa’ya yerleştiler. O arada Azize teyze ve yıllar sonra Galip amca terk ettiler yaşamı. Nabiga Hala hiç evlenmemişti.  Doksanlı yaşlarını yarıladı neredeyse. Bursa’da yalnız oturuyor. Sağlığı ve aklı yerinde. Mizyal Amerika’da.

Yaşam dediğimiz nedir ki! Bir varmış bir yokmuş.